Peygamberimizin Gençliği

Seyahatleri, Ficar Muharebesi ve Hılfülfudûl
Sekiz yaşında, Rasûl-i Ekrem'in hayatında yeni bir devir başladı. Yirmibeş yaşına kadar sürdü. Bu devrede, Hazreti Peygamber, amcası Ebûtâlibin himayesinde bulunuyordu.

Mekkeliler ötedenberi ticaretle uğraşırlar, çocuklarını da, küçük yaşta ticaret hayatına alıştırırlardı. Bilhassa kış mevsiminde Yemen'e, yazın ise Şam'a ticaret kervanı gönderirler, bu suretle senede iki defa seyahat ederlerdi:

Kureyşi (Kâ'benin muhafızı olduklarından) selâmete ve kışın ve yazın kendilerini seferde ülfetlere (hürmet görmeğe) kavuşturduğundan, şu Beytin Rab-bine ibâdet etsinler. (85).

Ebûtâlibe de Mekkeliler gibi, ticaretle meşgul oluyordu. Yeğenini de ticarete alıştırdı. Ancak, seyahate başlamazdan önce peygamberimiz, hayvan da gütmüştü. Fakat çobanlık, Arablar arasında âdî bir meslek sayılmazdı. Eşrafın da zenginlerin de çocukları hayvan güderlerdi. Rasûl-i Ekrem bile, kendisi hayvan güttüğünden bahsetmiş, hattâ bir kır gezintisinde, ashâbının karadut topladığını görünce:

— "Bu dutlar, ne kadar kararırsa o kadar tatlanır. Bunu keçileri güderken öğrenmiştim." buyurmuştu: (86). Ne yazık ki, batılı yazarlar, Rasûl-i Ekremi, gûya küçük düşürebilmek için, ''çobanlık" ettiğini ileri sürmüşler, konuyu lâyıkıyla kavra-yamamış bulunan bazı müelliflerimiz de, Avrupalıların bu sakat görüşlerini benimseyerek, kendilerini aynı hataya düşmekten kurtaramamışlardır (87).

Hazreti Peygamber, gençlik çağında başlıca, ikisi Suriye tarafına biri Yemen'e olarak üç defa, Mekkelilerin senelik kervan seyahatlerine katılmıştı: Suriye seyahatinin birincisinde oniki yaşında, ikincisinde yirmibeş yaşındaydı. Yemen seyahatinde ise, onyedi yaşında bulunuyordu.

Birinci Suriye seyahatini, amcası Ebûtâlib'in himayesinde yaptı. Ticaret kafilesinin yolu, Şam'ın 90 kilometre güneyinde, (Havran şehirlerinden) Busrâ (Eski Şam) şehrine uğramıştı. Rivayete göre, burada ticaret kervanı, papaz Bahîre ile karşılaşmış, Tarihler Rasûl-i Ekrem'in bu seyahatini, çeşitli şekillerde anlatırlar. Bir tane örnek verelim.

— Kervan gelirken, Bahîra görür ki, kervanla beraber bir bulut dahi geliyor. Bir ağacın altına kondukta, bulut dahi o ağacın üzerinde duruyor. Ağaç hayli zamandanberi kuruyup kalmışken, derhal yeşillenmiş. Bahîra hemen bir ziyafet tertip etti. Ebûtâlibi arkadaşlarıyla birlikte manastırına dâvet etti. Rasûl-i Ekremin ahvalini anlamak için soracağı şeyleri sordu. Aldığı cevaplar kendisinin kanaatini teyid etti. Hemen bir bahane ile O Hazretin arkasını açıp Hâtem-i Nübüvveti gördü ve kemâl-i edeple öptü. Ve dedi ki: Yâ Ebâtâlib! Bu çocuk, enbiyânın hâtemidir. Şam yahudileri içinde Onun evsafını bilir ve alâmetlerinî tanır kâhinler vardır. Şayet ki, ihanet kaydına düşeler. Sen Onu Şam'a götürme. Buradan geri çevir. Ebûtâlib malını Busrâ beldesinde sattı ve hemen geri gitti (88)..

"Asr-ı Seâdet" der ki:

"Margolioth, Draper, W. Muir ile sair hıristiyan muharrirler, Hazreti Muhammed'in bu rahip ile görüşmesini, hıristiyanlığın eşsiz birzaferi sayarcasına hareket ederler ve Hazreti Peygamberin dine aid bütün hakikatleri bu rahipten öğrendiğini, İslâm dinini de bu rahipten öğrendiklerine istinad ettirdiğini söylerler... Rivayetin aslında rahip Bahîranın Peygamberimize bir şey öğrettiği naklolunmamıştır. Eğer, oniki yaşlarındaki bir çocuk, bütün dinî hakîkatleri ve itikadları kavrayacak kabiliyetteyse, Onun Bahîra nam rahipten bir şey öğrenmeye ihtiyacı kalır mıydı? Esasen, on iki yaşındaki bir çocuğun bütün dinin inceliklerini kavrayabileceğini hangi akıl kabul eder?

Bahîraya aid bu rivayet doğru değildir. Çünkü, onu rivayet edenlerin hiçbiri hâdiseye şahid olmamıştır. Rivayetin bütün sakatlıkları, İslâm ulemâsı tarafından gösterilmiş ve tedkikat neticesinde, bu rivayetin değersizliği anlaşılmıştır. "Zehebî", bu rivayetteki birçok noktaların uydurma olduğunu söyler'...

Esasen bu rivayetin aslı olsaydı ve Hazreti Peygamber, bütün dîni rahip Bahîradan öğrenmiş bulunsaydı, hıristiyanlığın teslîs (üçüzlü Tanrı) akîdesini azamî şiddetle reddeder ve Tevhîd (Tek Tanrı) akîdesini bu derece kuvvetle ve Kur'anın gösterdiği şekilde sağlar mıydı?" (C:1, S: 198)

Mahmud Esad Efendi de şu mütâlâada bulunuyor: -Faraza, katilenin gözü önünde böyle bir mesele konuşulmuş olsaydı, kervan halkı bunu da ağızdan ağıza nakleder, sonra Peygamberlik dâvâsına kalktığı zaman, Hazreti Muhammed'e karşı silâh olarak kullanırlardı." (89)..

Halbuki o zaman Suriye, Bizans (Doğu Roma) imparatorluğu sınırı için-de bulunuyordu. Bizansın resmî dini hıristiyanlık, mezhebi de Ortodoks veya Rum kilisesiydi. Ortodoks mezhebi de çeşitli kollara ayrılmış bulunuyordu. İznik Konsili (büyük Papazlar Meclisi), Bizans için: (Baba-Oğul-Rûhul-kudüs olmak üzere) üçüzlü Tanrı sistemini kabûl etti (325). Hazreti îsâ'da: "Tanrılık - insanlık" olarak iki varlık bulunduğunu ve bu iki varlığın birbirinden ayrılmayacağı kanaati, resmî din olarak kabûl edildi. Fakat, bu resmîdin yanında, Arius mezhebi, nastorius mezhebi, Ötikes mezhebi gibi mezhebler de vardı.

Bunlardan, İskenderiyye piskoposu Arius, Îsâ’nın tanrılığını inkâr ettiği için, İznik Konsili tarafından aforoz edilmiş (dinden çıkarılma cezası verilmiş) idi. (325). Arius mezhebi ancak, Mısır ile kuzey Afrika'da yayılabilmişti.

Yine İstanbul patriklerinden Nastorius, Îsâ’da "Tanrılık - insanlık" gibi iki cevher var, bu iki cevher birbirinden ayrıdır. Meryem, Îsâ’da bulunan insanlık cevherinin anasıdır, itikadını ileri sürdüğü için, Efes Konsili tarafından aforoza uğradı (431). Irak ve Elcezîre bölgeleri Nastûrî oldu.

Ötikes adındaki papaz da, Îsâ’nın en kuvvetli tarafı Tanrılıktır. İnsanlık ise, bizim bildiğimiz insanlık değildir, demiş, Kadıköy Konsili de Ötikes'i aforoz etmiştir (451).

Değerli meslektaşımız merhum Ali Rıza Sağman der ki:

— Bahîra Nastûrî idi. Bunun neresi monoteist, yani tevhîdci? "Îsâ’nın yarısı Tanrıdır" diyen bir insan, tevhîdci olur mu? Tevhîdin aslını kuran Hazreti Muhammed'e, kimi hoca yapıyorlar... Bakın!..(90)

Bağdatlı Mes'ûdî (ölümü: 346), "Ahbâruzzamân ve Mürevvicüzzeheb" adlı eserinde: — Rahip Bahîra, nasraniyyetin nastûriyye mezhebindeydi." diyor.

Esasen Busrâ manastırında (rahip ve rahibelerin hususî yerleri) bulunan rahip Bahîra'nın vazifesi, oraya gelmiş bulunan ticaret kafileleriyle temasa geçerek onlara hıristiyanlığı telkin etmekten ibaretti. Ebûtâlib'in mallarını Busrâda satarak geri dönmesi için, Bahîra'nın tavsiyesine lüzum bile yoktu. Çünkü Busrâ, Arablarla Yunanlılar arasındaki mübadelelerin en belli başlı merkeziydi.

Bir İngiliz yazarı Bodley şu mühim bilgiyi veriyor:

— Busrâ denilen yer, Yunan tâcirlerinin Arablarla trampa yapmak maksadıyle geldikleri bir yerdi.

Busrâ pazarına yakın bir yerde hıristiyan olan Nastorıyan keşişlerinin bir manastırı vardı. Bu manastırda oturanlar, Ebûtâlib'i tanıyorlardı ve kendisiyle yeğenini misafir olarak almayı teklif ettiler. Keşişlerden ismi "Bahîra" olan biri, Hazreti Muhammed'e karşı hususî bir alâka duydu. Ona Hazreti Îsâ’nın dininden bahsetti. Putperestliği itham ve tel'în etti. Hazreti Muhammed dinledi."

Draper'in şu sözlerine de dikkat edelim: — Bu talihsiz fakat zeki talebe, Bahîra'nın yalnız akaidini değil, felsefî fikirlerini de öğrendi. Hazreti Muhammed'in sonraları takip ettiği hatt-ı hareket, Onun Nastûrî (?) akaidini ne kadar kavradığını gösterir?!" Bu satırları yazan Draper, Nastûrî akîdesinde:

Îsâ’nın yarısı Tanrı olduğunu, müslümanlığın rûhu ise: Tevhîd (Tek Tanrı) itikadı bulunduğunu acaba unutuyor mu? Yoksa, böyle olduğunu kavrayamamış mı?!..

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, onyedi yaşlarında, Ebûtâlib'in müsaadesiyle Yemene de gitti. Bir Mekkeli ticaret kafilesiyle yaptığı bu Yemen seyahatin-de, diğer iki amcası Zübeyr ile Abbâs da beraberinde bulunmuşlardı.

Yirmibeş yaşlarında da Hazreti Muhammed –sallallahu aleyhive sellem- ikinci bir Suriye seyahati daha yaptı. Bu seyahatte Rasûlullah, Hazreti Hadîce'nin mallarını satmayı kâbul etmişti. Ortağı olarak hareket ediyordu. Üç ay devam eden bu ikinci Suriye seyahati, Hadîce ile Peygamberimizin evlenmesine vesile oldu.


Daha yirmi yaşındayken, Rasûl-i Ekrem "Ficar" savaşına katılmıştı. Ficar savaşı, kan dökülmesi yasak olan aylarda çıkan harblere denirdi.

Cahiliyyet devri, Arabları arasında iç savaşları hiç eksik olmazdı. Yalnız "Harâm ayları" denilen dört ayda harb yapılmazdı. Harâm ayları, âdetâ mütareke aylarıydı. Panayırlar bu aylarda toplanır, şairler şiir yarışlarına katılırlar, tâcirler mallarını mübadele ederler, yahudiler, hristiyanlar ve puta tapıcılar din propagandalarını yaparlardı. Herkes, hünerini serbestçe ortaya dökerdi.

İşte, böyle sulh ve ticaret devresinde, Arablar arasında birdenbire bir harb koparsa, böyle savaşa fâcirâne sayıldığı için, "Ficâr savaşı" adı verilirdi.

Rasûl-i Ekrem'in iştirak etmiş bulunduğu Ficâr harbi, Kureyşîlerle Hevâzin kabilesi arasında çıkmıştı:

— Irakta yaşayan Hîre hükümdarı Nu'mân, her sene bir ticaret kafilesi hazırlar, Ukâz panayırına katılırdı. Kureyş kabilesinden Kinâneoğullarından Berrâd, bu ticaret kafilesinin himayesi işinin Kinâne oğullarına bırakılmasını Hîre hükümdarına teklif etti. Aynı teklifi, Hevâzin kabilesinden Urve de yaptı. Hattâ Urve, Hîrenin bu ticaret kafilesini, necid yoluyla Hicaza ulaştıracağını bile bildirdi. Bu iki teklif karşısında Hîre Emîri Nu'mân, Hevâzinli Urve'nin teklifini tercih edince, Kureyşli Berrâd kıskandı. Urve'yi öldürerek kafileyi aldı. Bu facia, Hevâzin ile Kureyşin arasını açtı. Ficar savaşına sebep oldu.

O zaman, Hevâzinliler intikam silâhına sarıldılar. Kureyşlilere saldırdılar. Ficâr harbi dört yıl sürdü. Çöl sulhüyle sona erdi: (93).

Çöl sulhüne göre, iki tarafın harb ölüleri sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla gelirse, o tarafa ölülerinin sayısı 'kadar "diyet" verilecek. Kureyş kabilesi, Hevâzinlilere yirmi kişinin diyetini vermek zorunda kaldı. Kinâneli Berrâd da şekavet örneği ilân edildi.

Rasûl-i Ekrem, amcalariyle birlikte bu savaşta bulunmuş fakat, hiç kimsenin kanını dökmemişti. Yalnız, atılan okları toplar, amcalarına verirdi.

İbn-i Hişâm, "Rasûl-i Ekremin bu savaşta kimseye karşı silâh kullanmadığım" bildiriyor. İmam Süheylî ise, "Hazreti Peygamberin muharebeye iştirak edebilecek yaşta bulunduğunu, fakat, savaşa katılmadığını" söylemiştir.

Kureyşîlerle Hevâzin kabilesi arasında çıkan Ficâr savaşı, Mekke'yi pek fecî bir hale sokmuştu: Bu harb yüzünden, Mekke'de pek çok insan ölmüş, aileler perişan olmuş, asayiş adına memlekette hiçbir şey kalmamıştı: Artık, hiç kimse malından, canından ve şerefinden emin değildi. Hele hariçten Mekke'ye gelenlerin malları açıkça yağmalanıyordu.

işte. Mekke şehrinin böyle buhranlı bir zamanında, Yemenlilerden biri, büyük bir haksızlığa uğramış, bütün malı, Âs İbn-i Vâil tarafından gasbedilmışti: (94)

Bu haksızlığa dayanamayan Yemenli, Mekke dağlarından "Ebû Kubeys" e çıktı. Feryada başladı. Bütün kabilelerin yardımını istedi.

Yemenlinin bu feryadı üzerine, Hazreti Peygamberin amcası Zübeyr, Kureyşin kollarını çağırdı. Peygamberimizin bağlı bulunduğu Hâşimîler, annesi, Âmine'nin mensup bulunduğu Zühreoğulları, Hazreti Hatice’nin kabilesi Esedoğulları, Hazreti Ebûbekir'in kabilesi Temîmoğulları ve diğer Abdüluzzâ oğulları dâvete icabet etti, "Abdullah İbn-i Cüd'ân'ın evinde toplanıldı. "Mekke içinde yerli ve yabancı hiç kimseye zulüm yapılmamasına" karar verildi. "Herhangi bir haksızlığa uğrayanlara da yardım edilmesi için" yemin edildi. Toplanan bu derneğe ve yapılan bu yemine, eski Fadılların hâtırasını yaşatmak için, "Hılfülfudûl" adı verildi.

Vaktiyle Hılfülfudûl cemiyyeti, ilk defa "Curhümîler" zamanında kurulmuştu. Cemiyyeti kuranlar: Fadl, Fudayl, Mufaddala isimlerinde üç kabile reisiydi.Bunlar, kabileleriyle birlikte toplanmışlar, "Mekkede hiçbir zulme meydan vermeyelim. Zayıfların haklarını adalet üzerine alıverelim!" diye yemin etmişlerdi. Bu üç kabile reislerinin yeminlerine "Hılfülfudûl" (Fadılların Yemini) denilmişti.

Zaman geçmiş, Fadılların bu yemini unutulmuş Kureyşîlerin devrinde, hele Ficâr savaşından sonra, Mekke'de zulüm ve haksızlık büsbütün artmıştı. Yemenlinin şikâyeti üzerine, Hılfülfudûl cemiyyeti, ikinci defa kuruldu. Tekrar canlandı. "Âs ibni Vâir'den "Yemenli"nin hakkı alındı. Mekke'nin asayişi de tekrar yerine getirilmiş oldu.

Rasûl-i Ekrem, bu adalet cemiyyetinde, yirmi yaşlarındayken bulunmuş, son derece hoşnutluk göstermişti. Hattâ, memnun olduklarını da, Peygamberlik devrinde, sahih bir hadîsleriyle ifade buyurmuşlardı. "Hılfülfudûl" cemiyyeti hakkında, ehl-i meğâzînin reisi İbn-i İshâk (151/768) ile İbnül Esîr (630/1232) ve İbn-i Haldûn (808/1406) yeter derecede bilgi vermektedir (95)..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder