İslâm inancına göre, "peygamberlik", Allah'ın kullarına en büyük lûtfudur. İnsanlık derecesinin en yüksek pâyesidir. Peygamberlik makamına hiç kimse, kendi zekâsıyla, kendi irfanıyla, kendi gayretiyle ulaşamaz (10).
Peygamberlik Allah vergisidir. Cenâbı Hak, kimleri lâyık görürse, peygamberlik vazifesini onlara verir (11). Peygamberlik rütbesi, yüksek bir dağın tepesine benzer. İnsan o dağın eteğinden çıkmağa başladığı zaman, tepesinin pek yakın olduğunu zanneder. Fakat, yükselmeğe devam ettikçe varmak istediği tepenin daha ileride bulunduğunu anlar. Bu yolda ne kadar yükselirse yükselsin, asıl tepeye varamaz. İrfan sahipleri, seviyelerini ne kadar yükseltseler, peygamberlik makamına ulaşamazlar. Bilgileri yükseldikçe, peygamberlik mertebesinin daha da yükseklerde bulunduğunu görürler. Artık, ona yaklaşılamayacağı kanaatine varırlar (12).
İşte bu yüksek vazifeye Allah'ın bir ihsanı olarak nail olan büyük insanlara nebî veya resûl ve peygamber isimleri verilir.
Peygamberler, Allah ile kullar arasında birer elçidir. Fakat, diğer insan!ar gibi birer insandır. Ancak, masum ve doğru insanlardır. Hiç yalan söylemezler. Kimseyi aldatmazlar. İnsanların en akıllısıdırlar. Kalbleri hakikatin nuruyla doludur. Günah işlemezler. insanlar içinde peygamberlerden başka masum kimse yoktur. Hiçbiri kendilerinin insandan başka bir şey olduklarını iddiâ etmemişlerdir, yalnız Allah'tan aldıkları emirleri, doğru olarak bildirmek vazifesiyle görevli bulunduklarını açıkça söylemişlerdi .
- De ki: Ben, sizin gibi bir insandan başka bir şey değilim. Bana Tanrınızın. ancak, tek bir Allah olduğu vahyolunuyor.(13)
İlâhî peygamberlerin birincisi Hazreti Âdem, sonuncusu; Hazreti Muhammed’dir. İnsanlar arasında yetişmiş İlâhî peygamberler pek çoktur. Hazreti Âdemden Hazreti Muhammede kadar yüzyirmidörtbin peygamber gelmiş bulunduğu rivayet ediliyor(14). Fakat bu rivayet, peygamberlerin çokluğuna işaret sayılmaktadır. Yalnız bu peygamberlerin isimleri, yerleri ve ümmetleri beli değildir.(15). Ancak, Kur'an-ı Kerimde isimleri yazılı peygamberlerin sayısı yirmibeştir:Âdem
İdrîs
Nûh
Hûd
Salih
İbrahim
Lût
İsmail
İshak
Ya'kub
Yûsüf
Eyyûb
Zülkifl
Şuayb
Mûsa
Hârûn
Dâvud
Süleyman
İlyas
Elyesa
Yunus
Zekeriyya
Yahya
İsa
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-
Bu yirmibeş peygamberin dışında, "filân peygamberdir veya değildir" diyemeyiz. İhtimal ki, 124 binin içinde vardır veya yoktur (*)
Kur'an’da yazılı olanlardan beş tanesi (Nûh - İbrahim - Mûsa - Îsa ve Muhammed -aleyhimüs selâm-, büyük ve yenilenen şerîat sahibiydi (16) Bu sebepten bu beş peygambere: Ülül-azm (azim ve sebat sahibi) peygamberler denir. Şerîat sahibi peygamberlerin birincisi: Nûh, sonuncusu: Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- dir.
Peygamberlik vazifesi bakımından bütün peygamberler birbirlerine eşittir, aralarında fark yoktur. Fakat fazilet bakımından birbirlerinden ayrılırlar (17). Fazilet sırasıyla "Muhammed - İbrahim - Mûsa - Îsa - Nûh" peygamberler, diğerlerine üstündür. Bunların içinde en faziletlisi: Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizdir.
İlâhî peygamberler ya bir kavme, ya bir ülkeye veya belirli bir zamana gönderilmiş veyahut belirli ümmetlerin belirli devirleri için gelmişlerdir (18). İçlerinden ancak “Hâtemül Enbiyâ Muhammed Mustafâ" Efendimiz, yalnız Arablara değil, yeryüzünde bulunan bütün milletlerin, hattâ yedinci yüzyıldan dünyanın sonuna kadar bütün insanların saadetini sağlamak için gelmiş (19) ve İlâhî peygamberlerin sonuncusu olmuştur (20).
İsimleri Kur'an’da geçen peygamberler, ya Arablara gönderilenler veya Arabistan'a yakın bölgelerde gelmiş olanlar veyahut İsrâiloğulları içinde yetişenlerdir. Halbuki, yeryüzünde her ümmete bir peygamber gönderilmiştir
- Her ümmetin rasûlü vardır. (21)
Biz her ümmete rasül gönderdik. (21a)
- Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde kendilerini Allah azâbıyla korkutan biri gelmemiş olsun. (21b)
Ancak, Kur’an-ı Kerim, İlâhî peygamberlerin bir kısmından bahsetmiş, fakat bir kısmını bildirmemiştir
- Biz senden evvel de peygamberler gönderdik. Onların içinde sana kıssalarını anlattıklarımız bulunduğu gibi, kıssalarını nakletmediklerimiz de vardır. (22)
İlâhi peygamberlerin gönderilmesi bir zarurettir. İnsan aklının en büyük ihtiyacıdır. Allah, insanı, iyi ile kötüyü ayırdedebilmek için akıl nimeti ile yaratmıştır. Halbuki insanın biri maddî (gözle görülen), diğeri mânevî (gözle görülemeyen) iki varlığı vardır. Çoğu zaman, insanın maddî varlığı, mânevî varlığına üstün gelmektedir. O zaman insan iradesi, hak tanımaz olur. Fazilet yolları kapanır. Adaleti sağlamak için akıl, varlığını gösteremez hale gelir. İnsanlar içindeki kuvvetliler, kanunun takibinden emin olunca âcizlerin bütün haklarını çiğner. Kavîler zayıflara, zenginler fakirlere çullanır. Mânevî bağları kalmayan insanlar, maksatlarına kavuşabilmek için fena yollara saparlar. Doğru yoldan ayrılırlar. Zevki çalışmada değil, hile ve desisede bulurlar. İnsanların doğuşundan beri yeryüzünü kaplayan ;zulümlerin, tarih sahifelerini dolduran haksızlıkların içyüzü bundan ibaretti.
Akıl, kemâl derecesine ulaşamadığı için, hayatta her şeyi bilemez. Hiçbir hakikatin mahiyetini kavrayamaz. Bu âlem bizce meçhuldür. Bu hayat bize karanlıktır. Rûh, bedenden ayrıldıktan sonra, olacağı şüphesiz bulunan halleri gösterebilecek bir kuvvet, insana verilmemiştir. Duygu ve tecrübe âleminde bile şaşırıp kalmış olan akıl, gözle görülemeyen âlemi ansıyamaz. Görülen âlemle görülemeyen. âlem arasındaki bağı bulamıyor. Her şeyden şüpheleniyor. Hakikatlere gözler yumuluyor. Kulaklar tıkanıyor. Bu hal, mânevî bir hastalıktır. Bu kalb hastalığını tedavi edebilecek tek çare. vahy ilâcıdır(23), İlâhî vahydir, peygamberlerin gönderilmesidir. İlâhî peygamberler, çığırından çıkan insan ahlâkını düzeltir. Alçalan rûhları yükseltir. Aklın bulamadığı hakikatleri gösterir. Allah’ın sıfatlarını, âhiret hayatını öğretir. Yaratılışından beri insanları korkutan "ölüm"ün mutlak bir yokluk olmadığını, bilâkis, yeni bir hayatın başlangıcı bulunduğunu anlatır.
Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine verdiği cevapta derki: "Cenâbı Hakkın ezelî kanunu öyle cereyan ediyor: Herhangi ümmetin başı sıkılırsa, efrad arasında fesat çoğalırsa, içlerinden bir rasûl, yahut bir nebî veyahut âkıbetin vehametini anlatacak bir müceddid gönderilir. İnsanın yeryüzünde doğuşundan beri, hal böyle devam etmiştir. Dünyanın sonuna kadar da aynı yolda gidecektir."
Peygamberlik, İlâhî vahye dayanır. Cenâb-ı Hak, insanların birbirleri ile konuştukları gibi, apaçık konuşmaz (24). Çünkü Allah, çok büyük ve çok âlîdir. İnsanlar, Allah’ın yüksekliğine yetişerek, sözü, olduğu gibi, işitmeye tahammül edemezler. Bu sebepten, Hak Teâlâ hikmetine göre, vahy ile söyler; (25). İradesini üç suretle tebliğ buyurur: 1) Vahy sureti (Peygamberin kalbine inen ilhamdır). 2) Perde arkasından konuşmaktır (İlâhî hitaba nail olan peygamber, perde arkasından bir ses duyuyormuş gibi olur). Ses duyulur, fakat o sesin sahibi görülmez. 3) Melek gönderilmesidir (26).
İnsanların dünya ve âhirette saadetlerini sağlamak için, Cenâbı Hak, kendi iradelerini, peygamberleri, vasıtası ile bildirmiş ve bu peygamberler de Tanrının bu iradelerini, olduğu gibi insanlara ulaştırmışlardır.
İlâhî peygamberlerin öğrettikleri İlâhî kanunlara "semâvî kitaplar" adı verilir. Bunların bir kısmına "suhuf" (sahifeler, broşürler), bir kısmına da "kitap" denir.
Büyük kitaplar: (Tevrât - Zebûr - İncîl - Kur’ân-ı Kerim olmak üzere) dörttür. Tarih sırasıyla Tevrât: Mûsâ Peygambere, Zebûr: Dâvûd Peygambere, İncil: İsâ Peygambere, Kur'ân-ı Kerim Mübîn: Peygamberimiz Hazreti Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e indirilmiştir.
Hazreti Mûsâ'ya gönderilmiş olan Tevrât: İsrâîloğullarının mukaddes din kitabıydı. 18. Firavun sülâlesi zamanında, İsrâîloğullarını Mısırdan çıkarmak suretiyle, esaret hayatından kurtaran Mûsâ Peygamber, "Tûr" dağında ilâhî vahye nail oldu. Milâddan tahminen 1600 yıl önce, kendisine Tevrât gönderildi.
Hazreti Mûsâ’dan sonra, Filistin’de devlet kuran İsrâîloğulları, Çok geçmeden siyasi birliklerini kaybettiler. Dinlerini de, ahlâklarını da koruyamadılar. Tek Tanrı inancından ibaret olan esas Tevrât, pek çok tahriflere, ilâvelere uğradı. Bugün, Tevrât adını taşıyan kitaplar: "İbrâni - Yunânî - Sâmirî" olmak üzere üç türlüdür. Bunların üç şekli de birbirlerini tutmaz. Hele içindeki konula~, "Allah sözü" olmak vasıflarını kaybetmiştir. Çünkü, Hazreti Mûsâ’ya , vahyolunan esas Tevrât muhafaza edilememişti.
Mûsâ’dan sonra, Dâvûd Peygambere gönderilen Zebûr: Şerîat kitabı değil, duâlar mecmuasıydı. İçinde, ilâhî kanunlar yoktu. Tevrât’tan sonra geldiği halde, Mûsâ şerîatının hükümlerini değiştiremedi.
Tevrât’a "Ahd-i Atîk" denildiği gibi, İncîl’e de "Ahd-i Cedîd" adı verildi. İkisine birden "Kitâb-ı Mukaddes" denir.
Tevrât, Milâddan önce, 3. yüzyılda Yunancaya çevrilmiş, kitâb-ı mukaddes de 4. Milâd asrında, lâtinceye tercüme edilmiştir. 14, 15 ve 16 ncı yüzyıllarda (hususiyle, 16 ncı asırda "reform" adı verilen ve katolik mezhebi içinden protestanlığın çıkmasına yol açan: İnanışta değişiklik devrinde mukaddes din kitabı, milli dillere (İbrânîce aslından değil de) lâtince tercümesinden çevrilmişti.
Hazreti İsâ, üç yıl peygamberlik yapabildi. Çocukluğunda Filistin'den çıkmış, otuz yaşına kadar Mısır'da kalmıştı. Filistin çöllerinde dinini gizlice yaymağa başladığı zaman, yahudiler kendisini tanımıyorlardı. İsâ Peygambere inananlar, yalnız oniki Balıkçı oldu. Bunlara "Havârîler" denir. Havârîlerden Yuda Şem'un (Yehuda, Isharyotı) Îsâ'ya ihanet etti. Aldığı bir miktar rüşvet karşılığı olarak; İsa’nın gizlendiği yeri yahudilere haber verdi. Hazreti Îsâ'yı öldürmek isteyen yahudiler, onu bulamayınca, Îsâ’ya benzeyen Yudayı yakaladılar. Onu Îsâ zannıyla bağırta bağırta astılar (çarmıha gerdiler) .
-- Onların sözleri Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu Mesîh İsâ’yı katlettik demeleridir. Halbuki onlar, İsâ'yı öldürmediler de asmadılar da. Fakat, (İsâ, salbolunan bir adama) benzetilmişti. (27)
Îsâ Peygamber (İdrîs gibi) âli mekâna kaldırıldı (28). Havariler takip olundu. Bunlar azlıktı. Hem yahudilerin, hem puta tapıcıların zulümlerine uğradı. Her biri birer tarafa savuştukları için Îsâ'ya vahyolunan esas İncîl toplanamadı. Muhafaza olunamadı.
Havârîler, Îsâ dinini yaymak için etrafa dağılmışlardı. Îsâ'nın hayatına dair çeşitli kitaplar yazıldı. Bu kitaplara "İncîl" denildi. Bu suretle, yazılan İncîllerin sayısı çoğaldı. Birkaç yüzü buldu (29). Bunların verdikleri bilgiler, yekdiğerini tutmuyordu. İçlerinden birbirlerine oldukça yakın görülen dördü seçildi. Bu dört İncîl, Îsâ dinine aid mukaddes din kitabı olmaktan ziyade, kilise tarihiydi. Havârîlerden Matta, Yuhanna ile bunların talebesinden: Luka; Markos tarafından yazılmıştı.
Hazreti Îsâ'dan sonra, hıristiyanlık, çok geçmeden Îsâ dini olmaktan çıktı. İçine, eski Yunanlıların ve eski Romanın puta tapıcılığı karıştı. Hindin ve eski Mısırın "teslîs" denilen üçüzlü tanrı inancı girdi.
Hıristiyanlıkta "Baba - Oğul - Rûhülkudüs" den ibaret üç muhtelif şahsın "Tek Tanrı" teşkil etmesine "teslîs" adı verilir. Hıristiyan inancına göre, kadir-i mutlak "baba", semada saltanat makamında "oğul" sağ tarafında, Rûhülkudüs sol, tarafında. Fakat, bunların üçünden ibaret "Allah" birdir. "Baba" da Allah, "Oğul" (Îsâ) da Allah, "Rûhülkudüs" (Cebrâil) de Allah’tır. Lâkin üç Allah değil, bir Allah’tır.
Halbuki, Hazreti Îsâ'nın öğrettiği dinde: Âlemleri yaratan "Allah" bir iken, hıristiyanlıkta üç oldu (30).
Görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim gelinceye kadar, mukaddes sayılan bütün din kitapları ya ortadan kalkmış veya bozularak "Allah sözü, ilâhî din kitabı" olmak değerini kaybetmişti. Fazla olarak Kur’ân-ı Kerim, en son inen Allah kelâmı olduğu için, kendisinden önce gelen bütün semâvî kitapların hükümleri kalmamıştır.
Kur’an-ı Kerim, Cenâbı Allah tarafından gönderilen İlâhî kitapların sonuncusudur. Cebrâîl adındaki melek vasıtasıyla, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e, vahy yoluyla geddi. Toptan değil, yirmiiki küsûr yılda, âyet, âyet, sûre sûre indi (610-632 M.).
Cenâbı Hak, Kur’an’ın ebedî muhafızı olduğunu beyan buyurmaktadır
- Kur'ân-ı biz gönderdik. Herhalde onu biz muhafaza edeceğiz. (31) Allah'ın bu iradesini yerine getirmek için müslümanlar, Hazreti Peygamberin irşadıyla iki yol tuttular. Birincisi: Kur’an-ı ezberlemek. Diğeri: Kur’an-ı yazmak. Kur’an-ı Kerimin her âyeti, Peygamberimiz tarafından ilân edildikten sonra, ashâbı tarafından hem ezberlenir, hem yazılırdı (32)
Kur’an-ı Mecîd, ondört asır evvel, nasıl nâzil olduysa, hangi şekilde geldiyse, Rasûl-i Ekrem tarafından da nasıl tebliğ edildiyse, öylece muhafaza olunmuş, zerre kadar tahrife uğramadan, nesilden nesile geçerek zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bu mazhariyyet, başka hiçbir semâvî kitaba nasip olmamıştır. Bu hakikati, İslâm düşmanları bile kabul etmektedir. Bilhassa, (Hayât-ı Muhammed) adındaki eserin sahibi, İngiliz tarihçisi Sir William Muir, İslâm dininin tenkidcisi olduğu halde, Kur'an-ı Kerim hakkında: Oniki asır metninin bütün satvetini bu kadar muhafaza edebilen başka bir kitap yoktur, demekten kendini alamamıştır (33).
Kur’an-ı Mübînin, değişmeden, bu eşsizliğini muhafaza etmesinde çeşitli sebepler vardı. En mühimi, bizzat Rasûl-i Ekrem zamanında, Kur’an-ı Kerimin yazılmış olmasıydı.
Allah'ın kulları için seçtiği din birdir. Tek Tanrı inancı olan "İslâm" dır, müslümanlıktır (34). Müslümanlık, hakikatte insanlık dinidir. İlk Peygamberden son Peygambere kadar devam eden Allah’ın dini: İslâm’dır. Tek Tanrı inancı (Tevhîd) dir.
İnsanların ilk öğrendiği din, Allah’ın birliği inancıydı. insanlara Tek Tanrı inancını öğreten, kendi içlerinden çıkmış olan İlâhi Peygamberler oldu. Bütün Peygamberlerin bildirdiği dinlerin esası. Allah’ın birliği inancı: Tevhîd itikadıydı. Son Peygamber Hazreti Muhammed de bu inancı bildirmiştir.
Ancak, evvelki Peygamberlerin öğrettikleri Tek Tanrı inancının esasları gitgide gevşedi. Çeşitli sebeplerle, sonraları değişikliğe uğradı. Allah'a ibâdetin yerini puta tapıcılık aldı.
Puta tapıcılığın esası, tabiat kuvvetlerini tanrılaştırarak yükseltmek, resim!er, heykellerle temsil ettikleri bu kuvvetlere insanları taptırmak suretiyle insanlığın şerefini alçaltmaktan ıbaretti.
Hazreti Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanın tesiriyle değişmiş olan bu esasları, ilâhî vahy ile aslî kıymetlerine çevirdi. Tabiat kuvvetlerine tapmayı yasak etmekle kalmadı. aynı zamanda bu kuvvetlerden faydalanmayı bildirerek insanlığın şerefini yükseltmiş oldu. Çünkü Cenâb-ı Allah, yerde ve gökte ne varsa insan zekâsına bırakmıştı .
- O, göklerde ne var, yerde ne varsa, (herşeyi) kendinden (kendi tarafından olmak üzere) size (insanlara) râm etti (müsahhar kıldı.) Şüphe yok ki, ,6unda, iyi düşünerek bir kavim için kat'î âyetler (delâletler, ibretler) var(35).
Şurası hiç unutulmamalıdır ki, din insanların eseri olmadığı gibi, Peygamberler tarafından da kurulmuş değildir. Çünkü Peygamberler, Allah’ın birer elçisidir. Dinin hakîkî sahibi: Cenâbı Allah’tır. Hazreti Muhammed de İslam dininin kurucusu değildir. İlâhî nizamın son şeklini ümmetine bildiren bir elçidir.
Kur’an-ı Kerimin bildirdiğine göre, çeşitli devirlerde, çeşitli kavimler arasında pek çok peygamber gelmiştir. Bunların öğrettikleri din, esas itibariyle müslümanlıktan başka bir şey değildir. Bu bakımdan, insanların tabiî (fıtrî) dini İslâm dinidir. Bütün esasları akla, tabiata uygun bulunan müslümanlık, bütün insanlığı kaplayan Allah’ın bu ebedî dini, Peygamberimizle kemâl derecesine yükselmiştir.
Puta tapıcılığı kaldırarak insanlara şerefini, tabiî hürriyetini kazandıran, yalnız "Allah" huzurunda insanların mutlak bir kul, fakat* Allah'tan başkasına karşı mutlak hür olduğunu bildiren, insanlık tarihinde bütün inkılâbların esasını hazırlayan İslâm dininin yüce Peygamberi Cenâb-ı Hakk'ın son elçisi olmuştur. Artık, O'ndan sonra peygamber gelmeyecektir.
Hakikî din, bir Peygamberin, vahy suretiyle Allah'tan aldığı hükümlerin toplamıdır. Din denilince, Tek Allah ile O'nun elçisi hatıra gelmektedir. Allahsız din olamayacağı gibi, İlâhî vahye dayanmayan, bir peygamber tarafından bildirilmeyen sistemlere de "din" adı verilemez.
Din, insanlıkla beraber doğmuş, her asırda yaşamış, insanlık durdukça da duracaktır. "Allah" fikrinin ortadan kalkması, insanlığın yok olması demektir. Şair Mehmed Âkif:
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür. diye, ne güzel söylemiştir..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder